Jean-Paul Sartre’ın Bulantı (La Nausée) adlı eseri, varoluşçuluk felsefesinin temel metinlerinden biri olarak kabul edilir ve bireyin varlıkla yüzleşmesinin doğurduğu varoluşsal sıkıntıyı, anlamsızlık hissini ve yabancılaşmayı konu alır. Roman, Antoine Roquentin adlı bir tarihçinin günlüğü biçiminde ilerler ve onun varoluşa, eşyaya, zamana ve kendine dair sorgulamalarını derin bir bunalım ve içsel çözümlemeyle aktarır. Roman boyunca Roquentin, yaşadığı kent olan Bouville’de sıradan görünen bir yaşam sürse de zamanla çevresindeki nesnelerin ve kendi varlığının saçmalığını fark etmeye başlar. Bu fark ediş, onun içini derin bir tiksintiyle, yani "bulantı"yla doldurur. Roquentin’in yaşadığı bu duygu, sadece fiziksel bir mide bulantısı değil, varlığın kendi başına, neden ve amaçtan yoksun biçimde "orada" oluşunun doğurduğu bir metafizik sıkıntıdır. Sartre, bu sıkıntı aracılığıyla varlığın özsüzlüğünü ve dünyanın biz istemesek de “orada” oluşunun yarattığı dehşeti gözler önüne serer. Roman boyunca Roquentin’in gözlemlediği nesneler –örneğin bir taş, bir ağaç kökü ya da bir kaşık– onun zihninde, alışılmış anlamlarını kaybeder ve sadece çıplak varlıklarıyla ortaya çıkarlar. Bu çıplaklık, onun için dayanılmaz bir şekilde anlamsızdır. Sartre, bu duygu durumunu insanın kendi varlığının da tıpkı nesneler gibi özsüz ve nedensiz olduğunu kavramasıyla daha da derinleştirir. Roquentin, kendi benliğini de sorgular; geçmişe, anılara ve kimliğine dair olan her şeyin yapay ve kurgusal olduğunu fark eder. Özellikle zaman ve tarih kavramları, roman boyunca sorgulanır. Tarih yazarlığı yapan Roquentin, tarihsel anlatıların gerçekliği çarpıttığını ve geçmişi anlamlandırma çabalarının beyhude olduğunu düşünmeye başlar. Bu sorgulama, onun mesleğini ve yaptığı işi de sorgulamasına, hatta reddetmesine neden olur. Böylece, sadece bireyin değil, insan eliyle yaratılan tüm anlam sistemlerinin temelsizliği açığa çıkar. Bulantı, Sartre’ın "varoluş özden önce gelir" önermesini edebi düzlemde işlediği bir anlatıdır. Bu önermeye göre, insan önce var olur, sonra ne olacağını kendisi belirler; yani insanın özü, onun kendi seçimleriyle oluşur. Ancak bu özgürlük, beraberinde büyük bir sorumluluk ve boşluk hissi getirir. Roquentin de bu özgürlükle baş başa kaldığında, onu yönlendirecek hiçbir hazır anlam bulamadığında, varoluşunun dayanılmaz ağırlığını hisseder. Kitabın sonunda Roquentin, bu anlamsızlığın ortasında yine de bir çıkış yolu arar. Bu çıkış, estetik bir bilinçte, yani sanatın yaratıcı gücünde şekillenir. Bir caz plağı dinlerken hissettiği yoğunluk ve anlam duygusu, ona sanatın, yaşamdaki anlamsızlığı aşmanın bir yolu olabileceğini düşündürür. Dolayısıyla roman, her ne kadar karamsar ve karanlık bir atmosfer sunsa da, sanat aracılığıyla varoluşsal boşluğun aşılabileceğine dair bir umut ışığı da barındırır. Sartre, Bulantı ile yalnızca bireyin dünyadaki konumunu sorgulamakla kalmaz, aynı zamanda düşünsel bir özgürlük çağrısında da bulunur. İnsan, anlamı dışarıda değil, kendi içinde ve eylemlerinde yaratmak zorundadır. Bu da onu hem özgür hem de tüm sorumluluğun yükünü taşıyan bir varlık haline getirir. Sartre’ın felsefi düşüncesini estetik bir biçimde yansıttığı bu roman, edebiyat ile felsefenin iç içe geçtiği, okuyucuyu düşünmeye ve kendi varoluşunu sorgulamaya davet eden derinlikli bir eserdir.